Kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek mümkün müdür? (Adorno Ödülü Konuşması - Judith Butler)
Türkçe'ye çevirenler: Başak Ertür - Can Semercioğlu
* Duvar dergisinin 12. sayısında yayınlanmıştır.
Adorno ödülünü kabul etme vesilesiyle burada
bulunmaktan büyük onur duyuyorum.* Bu akşam
sizlere Adorno’nun ortaya attığı, bizim için bugün hâlâ geçerli olan bir sorudan
bahsetmek istiyorum. Bu, tekrar tekrar döndüğüm, hep nükseden, kendini hissettiren
bir soru. Soruyu yanıtlamanın kestirme bir yolu olmadığı gibi üzerimizdeki hak
talebinden kolayca kurtulmak da mümkün değildir. Elbette, Adorno, Minima Moralia’da bize “Es gibt kein
richtiges Leben im falschen” (“Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz”)[1]
der, yine de bu onu ahlâk imkânından medet ummamaya sürüklemez. Nitekim şu
soruyla baş başa kalıyoruz: kötü bir hayatta nasıl iyi bir hayat sürülür?
Adorno, eşitsizlik, sömürü ve silinme biçimleriyle yapılandırılmış daha geniş
bir dünya bağlamında, kişinin kendisi için, kendisi olarak iyi bir hayat sürdürmenin
bir yolunu bulmasının ne kadar zor olduğunun altını çizmişti. Onun sorusunu
yeniden formüle etmeye en azından böyle başlayabilirim. Gerçekten de, soruyu
sizin için yeniden formüle ederken, sorunun formüle edildiği tarihsel zamana
bağlı olarak yeni biçimler alacağının farkındayım. Öyleyse, daha en başta iki sorunumuz
var: birincisi, pek çok insan için iyi hayatın yapısal ya da sistematik olarak önlendiği
bir dünyada iyi bir hayat yaşadığımızı söyleyebilmek için kişinin hayatını nasıl
iyi yaşayacağıdır. İkinci sorun ise, bu sorunun bugün bizim için aldığı şekil
nedir? Ya da, içinde yaşadığımız tarihsel zaman sorunun biçiminin kendisine
nasıl nüfuz eder?
Daha ileri gitmeden
önce, kullandığımız terimlerin üzerine düşünmek gereğini duyuyorum. Aslında,
“iyi hayat”ın (das Richtige Leben) ne
olduğu üzerine çok farklı görüşler olduğu için “iyi hayat” tartışmalı bir
ifade. Birçoğu iyi hayatı ekonomik refahla, bollukla ve hatta güvenlikle
özdeşleştirdi, fakat biliyoruz ki ekonomik refah da güvenlik de iyi bir hayat
yaşamayanlarca ulaşılabilir şeylerdir. Bu özellikle de iyi bir hayat yaşadığını
iddia edenler bunu başkalarının emeğinden kâr sağlayarak, ya da eşitsizliği yerleşik
kılan bir ekonomik sisteme dayanarak yaptıklarında gün gibi ortadadır. Bu yüzden, “iyi
hayat” daha geniş tanımlanmalıdır ki önkoşulu ya da içerimi eşitsizlik olmasın
ve “iyi hayat” diğer normatif değerlerle barışık olsun. İyi bir hayatın ne
olduğunu açıklaması için sıradan dile güvenirsek kafamız karışır, çünkü bu ifade
birbirine rakip değer şemalarının vektörü haline gelmiştir.
Aslında hızla şu sonuca
varabiliriz: bir ifade olarak “iyi hayat” bir yandan bireysel ahlaki davranış
biçimlerine dair vadesi dolmuş bir Aristotelesçi formülasyona aittir, öte
yandan, ahlak veya daha genel olarak etik ile toplumsal ve ekonomik teori
arasındaki ilişkiyi düşünmek isteyenler için, ticari söylem tarafından işe
yaramaz hale gelecek denli kirletilmiştir.
Adorno,
kötü bir hayatta iyi bir hayatın sürülmesinin mümkün olup olmadığını sorduğunda,
ahlaki davranış ile toplumsal koşullar arasındaki, hatta daha genel olarak
ahlak ile toplumsal teori arasındaki ilişkiyi sorguluyor; iktidar ve tahakkümün
daha genel işlemlerinin, en iyi şekilde nasıl yaşayacağımız üzerine bireysel
düşüncelerimize nasıl duhul ettiğini ya da engel olduğunu da soruyor. Adorno Ahlak Felsefesinin Sorunları dersinde
şöyle yazıyor:
Etik davranış veya
ahlaki ve ahlaksızca davranış daima toplumsal bir fenomendir – başka bir
deyişle, insanların birbirleriyle ilişkilerinden ayrı olarak etik ve ahlaki
davranıştan bahsetmenin kesinlikle hiçbir anlamı yoktur; salt kendi için var
olan birey de içi boş bir soyutlamadır.[2]
Ya da tekrardan “toplumsal kategoriler, ahlak
felsefesinin kategorilerinin dokusuna nüfuz eder”. Ya da bir kez daha,
derslerin son cümlesinde:
bugün ahlak dediğimiz
her şey dünyanın organizasyonu meselesiyle iç içe geçer. Hatta iyi hayat
arayışının doğru siyaset biçimi arayışı olduğunu bile söyleyebiliriz (tabii
böyle doğru bir siyaset biçimi bugün ulaşılabilecek şeyler alanında
bulunuyorsa).[3]
Dolayısıyla şunu
sormak anlamlıdır: “hayatın” hangi toplumsal yapılandırılması, en iyi nasıl
yaşanır sorusuna girer? En iyi nasıl yaşayacağımı ya da iyi bir hayatı nasıl
süreceğimi soruyorsam, yalnızca iyi olanın ne olduğuna dair fikirlerden değil,
yaşamanın ve hayatın ne olduğuna dair fikirlerden da yararlanıyorumdur. Ne tür
bir hayat süreceğimi sorabilmem için hayatıma dair bir kavrayışımın olması
gerekir, hayatımın bana beni sürükleyen değil, benim sürebileceğim bir şey gibi
görünmesi gerekir. Olduğum
canlı organizmanın tüm yönlerini “sürmemin” mümkün olmadığı açık olsa da, bu
soruyu sorma ihtiyacı duyuyorum: hayatımı nasıl sürebilirim? Hayatı oluşturan
tüm yaşam süreçlerini sürmek mümkün olmadığında, ya da hayatın sadece belirli
yönlerini kastederek veya üzerine düşünerek yönlendirip oluşturmak mümkünken
diğer yönler için bu geçerli olmadığında, kişi bir hayatı nasıl sürebilir?
Biyopolitika:
Yası Tutulamayan
Eğer “Nasıl iyi bir hayat sürerim?” sorusu ahlakın
temel sorularından biriyse, hatta belki de tanımlayıcı sorusuysa, o zaman ahlak
daha çıkış noktası itibariyle biyopolitika ile bağlı görünmektedir.
Biyopolitika derken, hayatı örgütleyen iktidarları kastediyorum, yönetimsel
olan ve olmayan araçların kullanıldığı daha geniş bir nüfus yönetiminin parçası
olarak hayatları farkçı şekillerde güvencesizliğe havale eden ve hayata farkçı bir
şekilde değer biçmek için bir dizi ölçü oluşturan iktidarlar da buna dahildir. Hayatımı
nasıl süreceğimi sorduğumda, zaten bu tür iktidar biçimleriyle müzakereye
girmiş oluyorum. En bireysel ahlaki soru –bana ait olan bu hayatı nasıl yaşayacağım?–
şu gibi formlarda damıtılmış biyopolitik sorularla bağlantılıdır: Kimlerin yaşamı
önemlidir? Kimlerin yaşamları yaşam olarak önemli değildir, yaşıyormuş gibi
görmek mümkün değildir, ya da yaşarlığı olsa olsa muğlaktır? Bu tür sorular,
yaşayan bütün insanların haklara ve korunmaya layık, özgürlük ve siyasi aidiyet
duygusu taşıyan birer özne statüsünde olduğunu varsayamayacağımızı önkabul edinen
sorulardır; aksine, bu statü siyasi yollarla korunmalıdır ve engellendiği yerde
o mahrumiyet teşhir edilmelidir. Bu statünün farkçı şekillerde pay edilişini
anlamak için şunu sormamız gerektiğini önermiştim: kimin hayatının yası tutulabilir,
kiminkinin tutulamaz? Yası tutulamazlığın biyopolitik idaresinin, bu hayatı
nasıl sürerim sorusuna yaklaşımda çok önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bu, şu soru
için de geçerli: bizi yapılandıran bu yaşam koşulları, bu hayat içinde nasıl hayat
sürerim? Burada söz konusu olan şu hattaki bir sorgudur: daha herhangi bir açıktan
imha veya terkedilmeye gelmeden, onun öncesinde, kimin hayatları zaten hayat
değil sayılır, ya da kısmen yaşıyor veya zaten öldü gitti sayılır?
Elbette bu soruyu en
şiddetli biçimde duyumsayanlar, kendini zaten vazgeçilebilir türden bir varlık
olarak algılayan, hayatının korunmaya ve değer verilmeye layık olmadığını duygulanımsal ve bedensel bir
düzeyde deneyimleyen herhangi biri ve herkestir. Bu kişi, hayatını kaybettiğinde yasının
tutulmayacağını anlayan biridir, dolayısıyla “Ölürsem yasım tutulmaz” koşullu önermesini
aktif olarak şimdide yaşayan biridir.
Yiyecek
veya barınak bulacağımın hiçbir kesinliği olmadığı veya düştüğümde beni tutacak
hiçbir sosyal ağın ya da kurumun olmadığı ortaya çıkarsa, bu benim yası tutulamayanlara
dahil olduğum anlamına gelir. Bunun anlamı, benim için yas tutacak hiç kimsenin
olmayacağı ya da yası tutulamayanların birbirleri için yas tutma yollarının
olmadığı değildir. Benim için ne o köşede ne de bu köşede yas tutulacağı, ya da
kaybın hiç kayda geçmeyeceği de değildir. Varkalımın ve direnişin bu türleri
kamusal hayatın gölgesinde halen vuku bulmaktadır, zaman zaman patlak vererek
kolektif değerini ileri sürer ve onları değersizleştiren şemaları sorgularlar. Dolayısıyla,
evet, yası tutulamayanlar bazen kamusal yas ayaklanmalarında biraraya gelirler,
işte bu sebeple pek çok ülkede cenazeleri siyasi gösteriden ayırt etmek zordur.
Yani olguyu
abartıyorum, ama bunu bir sebeple yapıyorum. Birisinin yasının tutulmayacak
olmasının ya da onun zaten yası tutulmayacak biri olarak tanımlanmış olmasının
nedeni, hayatını idame ettirecek mevcut hiçbir destek yapısının bulunmamasıdır,
ki bu onun hayatının değersizleştirilmiş olduğunu, değerin baskın şemalarına
göre bir hayat olarak desteklenmeye ve korunmaya değer olmadığını ima etmektedir.
Hayatımın geleceğinin ta kendisi bu destek koşuluna bağlıdır, yani
desteklenmiyorsam, hayatım güvencesiz, kırılgan olarak kurulmuştur ve bu
anlamda yaralanma ve kayıptan korunmaya, dolayısıyla yası tutulmaya değer
değildir. Eğer
sadece yası tutulabilir bir hayat değerliyse ve zaman içinde değerini koruyorsa,
demek ki yalnızca yası tutulabilir olan bir hayat sosyal ve ekonomik destek,
barınma, sağlık, istihdam, siyasi ifade hakları, sosyal tanıma biçimleri ve
siyasi failliğin koşulları (Handlungsfähigkeit) için elverişli olacaktır. Yani
yitirilmeden önce, ihmal edilme veya terk edilme sorusuna daha hiç gelmeden
kişinin yasının tutulabilir olması gerekir. Ve kişi hayatını, yitirildiğinde
yasının tutulacağını, bu yüzden bu kaybı önlemek için her türlü önlemin alınacağını
bilerek yaşamalıdır.
Kendi hayatının yasının
tutulamayacağı ya da vazgeçilebilir olduğu deneyim ve bilgisiyle bu ahlaki soru
nasıl formüle edilebilir, kamusal yas talebi nasıl gerçekleşir? Başka bir
deyişle, adına hayat diyebileceğim bir hayatım yoksa, ya da sürmeye çalıştığım hayat
vazgeçilebilir addediliyorsa veya aslında zaten terkedilmişse, iyi bir hayat
sürmek için nasıl çaba sarf edebilirim ki? Sürdüğüm hayat yaşanabilir olmayan
bir hayatsa, ortaya son derece elzem bir paradoks çıkıyor, çünkü “İyi bir hayatı nasıl
sürerim?” sorusu ortada sürülecek hayatlar
olduğunu, yaşıyor kabul edilen hayatlar olduğunu ve benimkinin de onlardan
biri olduğunu varsayar. Dahası bu soru, soruyu düşünümsel, kendine dönük olarak
sorma gücüne sahip bir ben olduğunu ve
benim kendime görünür halde olduğumu, yani benim için erişilebilir olan görünümler
sahasında benim belirebildiğimi de varsayar. Sorunun geçerli olabilmesi için, soruyu
soran kişinin ortaya çıkan cevabı uygulamaya koyabilecek durumda olması
gerekir. Sorunun önümde benim
izleyebileceğim belirgin bir yol açabilmesi için, dünyanın benim düşünce ve
eylemimin yalnızca mümkün değil, aynı zamanda etkili olabileceği bir biçimde
yapılanmış olması gerekir.
En
iyi nasıl yaşayacağım üzerine kafa yoracaksam, sürmeye çalıştığım hayatın hayat
olarak olumlanabileceğini varsayabilmem gerekir. Daha genel olarak olumlanmasa
bile ya da hayatımın sosyal ve ekonomik bir olumlamasının mevcut olup olmadığına
kanaat getirmenin pek kolay olmadığı durumlarda bile, sürmeye çalıştığım hayatı
en azından benim hayat olarak olumlayabileceğimi varsayabilmem gerekir. Sonuçta, benim
olan bu hayat bana hayatın değerini farkçı şekillerde tahsis etmeye eğilimli
olan bir dünyadan, kendi hayatımın diğerlerininkinden daha değerli veya
değersiz olduğu bir dünyadan bana geri yansır. Başka bir deyişle, benim olan bu
hayat bana bir eşitlik ve iktidar sorununu, daha genel olarak da değer
tahsisinin adaletini veya adaletsizliği sorununu geri yansıtır.
Bu tür bir dünya –ki
adına “kötü hayat” demeye kendimizi mecbur hissedebiliriz– bana yaşayan bir
varlık olarak değerimi geri yansıtamıyorsa, bu tür bir silinme ve eşitsizliği
üreten kategori ve yapılara eleştirel yaklaşmam gerekir. Başka bir deyişle,
hayatın kendisine farkçı şekillerde değer biçen bu yapıları eleştirel olarak
değerlendirmeksizin kendi hayatımı olumlayamam. Bu eleştiri pratiğinde kendi
hayatım, üzerine düşündüğüm nesnelere bağlıdır. Hayatım bu hayattır, burada, bedenimin
kurduğu uzay-zamansal ufukta yaşanmaktadır, fakat aynı zamanda da orada,
dışardadır, aralarından sadece biri olduğum süregiden diğer yaşam süreçlerince
içerilmiştir. Ayrıca,
kimin hayatının daha önemli, kiminkinin daha önemsiz olduğuna, kimin hayatının
yaşayan diğer tüm şeyler için bir paradigma haline gelip kiminkinin yaşayan
varlıkların değerini yöneten halihazırdaki şartlara göre hayat olmadığına karar
veren iktidar ilişkilerince içerilmiştir. Adorno der ki,
Hem
ahlaki normlara, özeleştiriye, doğru-yanlış sorusuna, hem de böyle bir
özeleştiriye girişebileceğine güveni olan otoritenin yanılıyor olabileceği
hissine sıkı sıkıya sarılmamız gerekiyor.[4]
Bu “ben” kendini,
iddia ettiği gibi bilmiyor olabilir, ayrıca belki de bu “ben”in kendisini kavramasına
aracı olan terimler, düşünceden önce gelen ve düşünceyi şekillendiren, nasıl
işlediğini ve etkisinin neler olduğunu hiçbirimizin tam olarak kavrayamadığı
bir söyleme aittir. Değerler,
otoritesinin sorgulanması şart olan iktidar tarzları tarafından tanımlanıp
üretildiğinden burada bir ikilemle karşı karşıya kalıyorum. Kendimi hayatımı
değerli kılacak şartlara göre mi kuracağım, yoksa değerlerin hakim düzeninin bir
eleştirisini mi sunacağım?
İyi bir hayatı nasıl
yaşayacağımı sormama ve sormak zorunda olmama, bunun da çok önemli bir amaç
olmasına rağmen, bir yandan da bana ait olan ama aynı zamanda daha geniş bir
toplumsal hayat olan bu hayat üzerine, içinde yaşadığım ya da yaşamaya
çalıştığım, hayat ile değere dair söylemsel düzenlerle eleştirel bir ilişkiye
girmeme sebep olacak şekillerde beni yaşayan diğer varlıklara bağlayan bu hayat
üzerine dikkatli düşünmeliyim. Bu söylemsel düzenlere yetki veren nedir?
Yetkileri meşru mudur? Böyle bir sorgulamada söz konusu olan kendi hayatımdır,
dolayısıyla biyopolitik düzenin eleştirisi benim için hayati bir konudur.
Ayrıca burada söz konusu olan iyi bir hayat yaşama potansiyeli olduğu kadar, yaşama
mücadelesi ve adil bir dünya içinde yaşama mücadelesidir. Değer taşıyan bir
hayat sürüp süremeyeceğime ben kendi başıma karar veremem çünkü anlıyoruz ki bu
hayat hem benimdir hem de değildir, beni toplumsal ve yaşayan bir yaratık kılan
da budur. Öyleyse
iyi bir hayatın nasıl yaşanacağı sorusu, halihazırda ve daha en başından
itibaren bir belirsizliğe ve yaşayan (lebendig)
bir eleştiri pratiğine bağlıdır.
Eğer dünyada kendi
değerimi gelip geçiciliğin ötesinde kuramıyorsam, imkânlılık duygum da aynı
ölçüde gelip geçicidir.
İyi
bir hayat sürmeyi gerektiren ahlaki buyruk ve beraberinde gelen düşünsel
sorular umutsuzluk koşullarında yaşayanlar için bazen çok acımasız ve düşüncesiz
görünebilir. Bu açıdan ahlak pratiğinin kendisini sarmalayan kinizmi anlamamız
zor olmasa gerek: Eğer hayatım zaten hayat olarak değerlendirilmiyorsa, zaten
bir tür ölüm muamelesi görüyorsa, ya da Orlando Patterson’ın kölelik düzeni
şartlarında yaşamayı tarif etmek için kullandığı “sosyal ölüm” alemine aitsem,
neden ahlaki davranayım, en iyi nasıl yaşarım (böylece nasıl iyi bir hayat sürebilirim)
sorusunu bile neden sorayım ki?
Neoliberal
rasyonalitelerin kurumsallaştırılmasından veya güvencesizliğin farkçı
şekillerde üretiminden kaynaklanan, ekonomik terk edilmişliğin ve
mülksüzleştirmenin bugünkü biçimlerinin çoğu ile kölelik arasında benzetme
kurmak mümkün olmadığından, toplumsal ölümün modaliteleri arasında ayrım yapmak
önemlidir. Hayatları
yaşanamaz kılan koşulları anlatmak için bir tek kelime kullanmamız mümkün
olmayabilir; yine de “güvencesizlik”, “yaşanamazlık”ın biçimleri arasında ayrım
yapmaya yarar: örneğin, adil yargılanmaya erişimleri olmaksızın hapiste
yatanlar; savaş bölgelerinde ve işgal altında, güvenlik veya çıkış imkânı
olmaksızın şiddete ve yıkıma maruz halde yaşayanlar; zorunlu göçe tabi
tutularak sınır bölgelerde, sınırların açılmasını, yiyeceklerin ulaşmasını ve yasallaştırılmış
bir hayat yaşamayı bekleyerek yaşayanlar; istikrarlı bir geçim umudunun giderek
daha uzak göründüğü, vazgeçilebilir veya gözden çıkarılabilir bir işgücünün
parçası olmak durumunda kalanlar ve mide ve kemiklerinde zedelenmiş bir
geleceğin acısını duyarak, hissetmeye çalışarak ancak daha çok da hissedeceklerinden
korkarak, gündelik hayatını çökmüş bir zamansal ufuk içinde sürdürenler. Yaşamını yönlendirecek
gücü kendinde hiç hissetmeyen, kendisinin canlı olduğundan şüphe duyan ya da
canlı olduğunu duyumsamak için mücadele etmesi gereken, ancak aynı zamanda bu
duygudan ve bu şekilde yaşamanın acısını hissetmekten korkan biri hayatın en
iyi nasıl sürüleceğini nasıl sorabilir ki?
Zorunlu
göçün günümüzdeki koşulları altında bugün büyük nüfuslar neoliberalizmin günlük
deneyiminin bir parçası olarak, güvenli bir gelecek, süreğen bir siyasi aidiyet
duygusu taşımaksızın, zedelenmiş bir hayat duygusuyla yaşıyorlar.
Hayatta kalma
mücadelesinin ahlak veya ahlaki yükümlülük alanından önce geldiğini söylemek
istemiyorum, nitekim biliyoruz ki aşırı tehdit koşulları altında bile insanlar birbirlerine
ellerinden gelen desteği sunuyorlar. Bunu toplama kamplarına dair bazı sıra
dışı raporlardan biliyoruz. Örneğin, Robert Antelme’in yazdıklarında bu, ortak bir
dili paylaşmayan ama kendilerini toplama kamplarında aynı hapis ve tehlike
koşullarında bulanların bir sigarayı paylaşmaları şeklinde beliriyor. Ya da
Primo Levi’nin yazdıklarında ötekine karşılık vermek basitçe onun
anlatabileceği hikâyenin ayrıntılarını dinlemek ve kaydetmek biçmini alabilir,
o hikâyenin yadsınamaz bir arşivin parçası olmasına, süregiden yas tutma
yükümlülüğünü çağıran kalıcı bir iz bırakmasına izin vermek şeklinde
belirebilir. Ya da Charlotte Delbo’nun yazdıklarında bu, kendinin çaresizce
ihtiyaç duyduğu son parça somunu bir başkasına teklif edivermektir. Gelgelelim
aynı anlatılarda el uzatmayanlar, ekmeği kendilerine saklayıp sigarayı istif edenler
ve aşırı yokluk koşulları altında başkalarını mahrum bırakma azabını çekenler de
vardır. Başka bir deyişle, aşırı tehlike ve yüksek güvencesizlik koşulları
altında bile ahlaki ikilem ortadan kalkmaz; aksine tam da yaşamak istemek ile
başkalarıyla birlikte belli bir şekilde yaşamak istemek arasındaki gerilimde
var olmayı sürdürür.
İnsan
hikâyeyi anlatırken ya da dinlerken küçük ve hayati bir şekilde halen “hayatını
sürmektedir”, çünkü bir başkasının hayatını ve çektiklerini teslim etmek için
mevcut ne imkân varsa olumlamaktadır. Hatta ismini söylemek bile en olağanüstü
tanınma biçimi şeklinde deneyimlenebilir, hele ki kişi isimsizleşmişse ya da isminin
yerine bir numara konmuşsa ya da hiç hitap edilmiyorsa.
Hannah Arendt yaşama
arzusu ile iyi yaşama arzusu, daha doğrusu iyi hayatı sürmek arzusu arasındaki
önemli ayrım üzerinde ısrar etmişti.[5] Arendt’e göre
hayatta kalmak kendi içinde bir amaç değildir, olmamalıdır, çünkü yaşamın kendisi,
kendi içinde bir iyi değildir. Yalnızca iyi hayat yaşamı yaşamaya değer kılar. Sokrates’in
ikilemini böyle kolayca çözmüştü ama belki de, ya da bana öyle geliyor ki,
biraz fazla hızlı çözmüştü. Cevabının bizim işimize yarayacağından emin değilim,
doğrusu hiç tam olarak işe yaramış olduğuna da ikna değilim. Arendt’e göre
bedenin hayatının büyük ölçüde zihnin hayatından ayrılması gerekir, İnsanlık Durumu’nda bu yüzden kamusal alan
ile özel alan arasında bir ayrım yapmıştır. Özel alan ihtiyaçlar alanını, maddi
hayatın yeniden üretimini, cinselliği, yaşamı, ölümü ve geçiciliği içerir. Elbette
Arendt özel alanın, eylemin ve düşüncenin kamusal alanını desteklediğini
anlamıştı, fakat onun görüşünde siyasalın aktif konuşma dahil eylemle
tanımlanması gerekiyordu. Sözel edim müzakereye dayanan ve kamusal olan siyaset
alanının eylemi haline gelmişti. Kamusal alana girenler özel alandan girmişlerdi,
dolayısıyla kamusal alan özelin yeniden üretilmesine ve özelden kamusala giden
açık geçide temel bir biçimde bağlıydı. Yunanca konuşamayanlar, başka yerden
gelenler ve konuşması anlaşılır olmayanlar barbar olarak değerlendirilirdi, bu
da kamusal alanın bir çokdillilik alanı olarak belirlenmediği, dolayısıyla
çeviri pratiğinin kamusal bir yükümlülük olarak tanımlanamadığı anlamına gelir.
Buna rağmen görüyoruz ki etkili sözel edim iki şeye bağımlıydı: (a) eril
konuşmacı ve eyleyicinin yeniden üretildiği istikrarlı ve inzivadaki bir özel
alan ve (b) tekdilliliğin taleplerine uyum sağladığı müddetçe duyulabilen ve
anlaşılabilen, siyasetin tanımlayıcı özelliği olan sözel edim için belirlenmiş
bir dil.
Elbette Arendt bedenin
her türlü eylem kavrayışı açısından önemli olduğunu, hatta direnişte veya
devrimde mücadele edenlerin, haklarını almak ve yeni bir şey yaratmak için
bedensel eylemlerde bulunmaları gerektiğini anlamıştı.[6] Beden
ayrıca sözel bir eylem olarak anlaşılan kamusal konuşma için önemliydi. Aynı
zamanda beden Arendt’in düşüncesinde hem estetik hem siyaset anlayışıyla
bağlantılı olan doğumluluk kavrayışında merkezi bir figür olarak beliriyor. Gerçi
Arendt’in çizdiği şemaya göre adına “doğurmak” dediğimiz eylem ile devrimde söz
konusu olan eylem tam da aynı şey değildir, yine de emsalsiz, yeni bir şey
yaratmanın farklı yolları olmaları onları birbirine bağlar. Eğer siyasi direniş
eylemlerinde ya da doğurma eyleminde acı çekiliyorsa bu, dünyaya yeni bir şey
getirmeye yarayan bir acıdır. Gelgelelim, emekçinin bedenini yavaşça ya da
hızla tahrip eden, ya da hiçbir araçsal amaca yaramayan kimi emek türlerinin
çektirdiği acıya ne anlam vereceğiz? Siyasala kısıtlı bir tanım getirip onu
sınırları açıkça belirlenmiş bir kamusal alanda gerçekleşen aktif bir duruş,
sözlü ve fiziksel bir duruş olarak belirlediğimizde “beyhude acı” ve tanınmayan
emeği siyasalın dışında vuku bulan, siyasal-öncesi deneyimler (eylem bile
değil) olarak adlandırmak durumunda kalırız. Siyasala dair her
kavramsallaştırma, hangi iktidar işleminin siyasal ile siyasal-öncesi arasına
sınır çektiğini, kamusal ile özel arasındaki ayrımın nasıl farklı yaşam
süreçlerine farkçı değer bahşettiğini göz önünde bulundurmalıdır, tam da bu
yüzden bize çok değerli şeyler sunmasına rağmen Arendtçi tanımı reddetmeliyiz. Daha doğrusu,
Arendt’in bedenin yaşamı ile zihnin yaşamı arasında yaptığı ayrımı farklı
türden bir bedensel siyaseti düşünmek için bir hareket noktası olarak almalıyız. Sonuçta Arendt’in
yaptığı zihin-beden ayrımı basit bir Kartezyen ayrım değildir, daha ziyade Arendt
sadece yeni bir şey yaratan, performatif bir etkinliğe sahip olan, bedene
bürünmüş eylem ve düşünce biçimlerini onaylar.
Performatif olan
eylemler teknik uygulamalara indirgenemez ve deneyimin pasif ve geçici
biçimlerinden de farkılaşmışlardır. Bu nedenle nerede ve ne zaman acı çekme ve
geçicilik varsa, eylem ve düşünce hayatına dönüştürülmelidir. Böyle eylem ve
düşünceler edimsözel (illocutionary)
anlamda performatif olmalı, yani estetik yargı modeline göre şekillenmeli,
dünyaya yeni bir şey getirmelidirler. Diyelim ki hayatta kalmayla, yani maddi
koşulların yeniden üretimi ve temel ihtiyaçların tatminiyle meşgul olan beden,
henüz “siyasi” beden değil; ama burada da özel olan şarttır çünkü siyasi bedenin
eylemek ve düşünmek üzere kamusal alanın ışığına çıkabilmesi için iyi beslenmiş
ve iyi barınmış olması gerekir, bu anlamda kimi siyasal-öncesi aktörlerin
siyasal olmayan eylemlerinin desteğini görmüş olması gerekir. Eğer özel alanın
destek olarak işlev gördüğünü varsayamayan hiçbir siyasal aktör yoksa, o zaman
kamusal olarak tanımlanan siyasal özele özü itibariyle bağımlıdır, bu da
demektir ki özel olan siyasalın karşıtı değil, aksine tanımının bir parçasıdır. Bu iyi beslenmiş
beden uluorta ve kamusal olarak konuşur; geceyi barınarak, başkalarıyla
paylaştığı mahremde geçiren beden hep sonrasında kamusalda eylemeye koyulur. Özel
alan kamusal eylemin arkaplanını oluştursa da, bu yüzden ille de siyasal-öncesi
addedilmesi şart mıdır? Örneğin kadınların, çocukların, yaşlıların ve kölelerin
bulunduğu gölgelenmiş arkaplanda eşitlik ya da haysiyet ya da şiddetsizlik
ilişkilerinin var olup olmaması önemli midir? Eğer başka bir eşitlik alanını meşrulaştırmak
ve teşvik etmek uğruna bir diğer eşitsizlik alanı inkâr ediliyorsa, tam da bu
çelişkinin ve onu sürdüren inkâr işleminin adını koyacak, bunları teşhir edecek
bir siyasete ihtiyacımız var demektir. Arendt’in önerdiği kamusal ile özel
tanımını kabul edersek bu inkârı tasdik etme riskini almış oluruz.
Özetle, Arendt’in
klasik Yunan polis’indeki kamusal ile
özel ayrımına dair yazdıklarına döndüğümüzde ne oluyor? Bağımlılığın inkârı, düşünen
ve eyleyen özerk siyasi öznenin ön koşulu haline geliyor, dolayısıyla ortaya
bunun ne tür bir “özerk” düşünce ve eylem olduğu sorusu çıkıveriyor. Arendt’in
sunduğu özel ile kamusal ayrımını kabul ettiğimizde de, bu inkâr
mekanizmalarını kendi eleştirel analizimizin nesnesi kılmaktansa, bağımlılığın
inkârını siyasetin bir ön koşulu olarak kabul etmiş oluyoruz. İşte yeni bir
beden siyaseti için hareket noktasını oluşturan tam da bu tanınmamış
bağımlılığın bir eleştirisidir, bu eleştiri insan bağımlılığı ve karşılıklı
bağımlılığına dair bir kavrayışla yola çıkar, başka bir deyişle, güvencesizlik ile
performatiflik arasındaki ilişkiyi açıklayabilecek bir eleştiridir.
Diyelim ki başlangıç
noktamız olarak bağımlılık koşulunu ve onun inkârına olanak sağlayan normları
alacağız. Böyle bir hareket noktası, siyaset fikri ve hatta performatifliğin siyasal
içinde oynadığı rol açısından nasıl bir fark yaratır? Performatif sözün fail ve
aktif boyutunu, bedensel
yaşamın bağımlılık ve kırılganlık da dâhil olmak üzere diğer boyutlarından, yaşayan
bedenin muğlaklıktan arınmış eylem biçimlerine kolayca ya da tamamiyle dönüştürülemeyecek
kiplerinden ayırmak mümkün mü? Sözlü konuşmanın insanları hayvanlardan ayırdığı
fikrinden vazgeçmemiz gerekeceği gibi, konuşmanın ille de her zaman bilinçli ve
tasarlanmış bir kastı yansıtmayan boyutlarını da olumlamamız gerekir. Wittgenstein’ın
da söylediği gibi bazen konuşuruz, birtakım sözler söyleriz ama o sözlerin
nasıl hayat bulduklarını ancak sonradan anlayabiliriz. Sözüm kastımla
başlamaz, ama adına pekala kasıt diyebileceğimiz bir şey biz konuşurken şekil
bulur. Dahası,
insan denen hayvanın performatifliği el kol baş işaretleri, yürüyüş ve muhtelif
hareketlilik biçimleri üzerinden, ses ve görüntü üzerinden, sözlü konuşmanın
kamusal biçimlerine indirgenemeyecek olan çeşitli ifade araçları yoluyla
gerçekleşir. O cumhuriyetçi ideal henüz yerini daha geniş bir duyusal demokrasi
anlayışına bırakmadı.
Sokakta
toplanışımız, şarkı ya da slogan söyleyişimiz, hatta sessizliğimizi koruyuşumuz
siyasetin performatif boyutunun parçasıdır, konuşma bütün bu bedensel
edimlerden sadece biridir. Bedenler konuştuklarında eylemiş olurlar muhakkak, fakat
konuşma bedenlerin eylemelerinin tek yolu olmadığı gibi siyasal olarak eylemelerinin
de tek yolu değildir asla. Kamusal gösterilerin ya da siyasal eylemlerin hedefi
yetersiz destek biçimlerine –yiyecek veya barınma eksikliğine, işsizlik
tehlikesine veya karşılıksız emeğe– karşı gelmek olduğunda, öncesinde siyasetin
“arka planı” olarak anlaşılan şey, onun açık nesnesi haline gelir. İnsanlar yaratılan
güvencesizlik koşullarına karşı bir mitingde toplandıklarında, eylemleri
performatiftir, Arendtçi toplu eylem fikrini bedene büründürürler. Bu tür
anlarda siyasetin performatifliği güvencesizlik koşullarından ve güvencesizliğe
karşı siyasal muhalefetten ortaya çıkar. Kimi nüfuslar ekonomik veya siyasi
politikalarca yüz üstü
bırakılıyorlarsa, hayatları desteklenmeye değmez addediliyordur. Bu tarz
politikalara karşı ve onların ötesinde çağdaş performatif siyaset, bir nüfusu yaşanabilir
bir hayattan mahrum eden ya da etmeyi amaçlayan her politikanın doğurduğu etik
ve siyasi yükümlülüklerin yanı sıra, canlıların karşılıklı bağımlılığı
konusunda da ısrar eder.
Onlar
aynı zamanda, bu gibi nüfusları değersizleştirmeyle tehdit eden biyopolitik
düzenin ortasında değeri dillendirmenin ve icra etmenin yollarıdır.
Tabii bu tartışma bizi
başka bir soruya götürüyor: yalnızca insan bedenlerinden mi bahsediyoruz? Ayrıca
çevre olmaksızın, dayandıkları, varoluş ve hayatta kalma koşullarını oluşturan
makineler ve karmaşık sosyal karşılıklı bağımlılık sistemleri olmaksızın
bedenlerden bahsetmemiz mümkün müdür? Son olarak, bedenin gereksinimlerini
tümüyle anlamış ve hatta bir bir sayabilecek durumda olsak bile, sadece bu
gereksinimlerin karşılanması için mi mücadele edeceğiz? Gördüğümüz gibi, Arendt
bu görüşe kesinlikle karşıydı. Yoksa bedenlerin serpilip gelişmeleri ve
hayatlarının yaşanabilir hale gelmesi için de mi mücadele edeceğiz? Öne
sürdüğümü umduğum gibi, bedenin varkalımını sağlayan gereksinimleri
karşılamaksızın iyi, yaşanabilir bir hayat için mücadele edemeyiz. Bedenlerin
hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları şeylere sahip olmalarını talep etmek
gereklidir, çünkü hayatta kalmak elbette ki diğer bütün iddialarımızın bir önkoşuludur.
Fakat bu talebin yetersiz olduğu görülüyor çünkü tam da yaşamak için hayatta
kalırız, ayrıca hayat hayatta kalmayı gerektirse de yaşanabilir olması için
ondan daha fazlası olması şarttır.[7]
Hayatı yaşamaksızın hayatta kalınabilir. Bazı durumlarda da bu tür koşullar
altında hayatta kalmaya hiç değmezmiş gibi görünür. Dolayısıyla en geniş taleplerden
biri tam da yaşanabilir bir hayat, yani sürülmesi mümkün bir hayat talebi
olmalıdır.
Peki onun için yegâne
veya tek biçimli bir ideal öne sürmeksizin yaşanabilir bir hayat üzerine nasıl
düşünürüz? Bana göre burada söz konusu olan insanın gerçekte ne olduğu ya da ne
olması gerektiğini anlamak değil, çünkü insanların da hayvan olduğu ve bedensel
varoluşlarının hem beşeri hem de insandışı destek sistemlerine bağlı olduğu
açık bir biçimde ortaya konulmuştur. Dolayısıyla burada Donna Haraway’i takip
ederek, bedensel hayatı oluşturan karmaşık ilişkiselliklere dair düşünmemizi
istiyorum ve daha fazla ideal insan biçimlerine değil, onlar olmazsa bizim de
hiç varolmayacağımız karmaşık ilişki kümelerini anlamaya ve değerlendirmeye ihtiyacımız
olduğunu öneriyorum.[8]
Elbette ki, bahsettiğim
türden bağımlılık ve ilişkisellikler kimi şartlar altında katlanılmaz olabilir. Bir emekçinin
onu sömüren bir sahibe bağımlı olduğu durumlarda, kişinin bağımlılığı ile sömürülme
kapasitesi eşdeğermiş gibi görünür.
Bağımlılığın
aldığı toplumsal biçim sömürü olduğundan, bağımlılığın tamamen ortadan kaldırılması
gerektiği sonucuna varmak mümkündür. Fakat
bağımlılığın
sömürüye dayalı emek ilişkileri koşulları altında aldığı olumsal, zorunsuz
biçimi, onun nihai ya da zorunlu anlamı ile bir tutmak hata olur. Bağımlılık her
zaman şu ya da bu toplumsal biçime bürünse de, bu biçimler arasında aktarılan
ve aktarılabilir bir şey olarak kalır, dolayısıyla onlardan herhangi birine
indirgenemez. Burada
özellikle vurgulamak istediğim nokta şu: hiçbir insan onu ayakta tutan bir
çevre, toplumsal ilişkisellik biçimleri ve karşılıklı bağımlılığı varsayıp
yapılandıran ekonomik biçimler olmaksızın hayatta kalamaz. Bağımlılığın kırılganlığı
içerdiği doğrudur ve bazen o kırılganlık tam da varoluşumuzu tehdit eden veya
azaltan iktidar biçimleri karşısındaki kırılganlıktır. Yine de bu, bağımlılığı
veya toplumsal biçimler karşısındaki kırılganlık koşulunu defedebileceğimiz
anlamına gelmez. Zaten yaşama arzumuzu sömüren veya manipüle eden iktidar
biçimleri karşısında kırılgan olmasaydık, kötü bir hayatın içinde iyi bir hayat
sürmenin niye bu kadar zor olduğunu hiç anlayamazdık. Hayatlarımızı kullanıp
atılabilir ya da yoksanabilir kılmaya, daha da kötüsü olumsuzlamaya çalışan
yaşamın toplumsal düzenlemeleri, biyopolitik rejimleri içinde yaşamayı arzuluyoruz,
hatta iyi yaşamayı da. Yaşamın toplumsal biçimleri olmaksızın varkalamıyorsak
ve halihazırda sadece bizim yaşama ihtimalimize karşı çalışan toplumsal
biçimler varsa, zor, hatta belki de imkânsız bir açmazdayız demektir.
Başka bir deyişle ifade
edecek olursak, bedenler olarak biz başkaları ve kurumlar karşısında kırılganızdır
ve bu kırılganlık bedenlerin varkalımına aracı olan toplumsal biçimlerin bir
yönünü oluşturur. Benim ya da senin kırılganlığın, bizi eşitlik ve
eşitsizliğe dair daha geniş bir siyasi sorunun bir parçası kılar çünkü
kırılganlık yansıtılabilir ve yadsınabilirdir (bunlar psikolojik kategorilerdir)
ve aynı zamanda toplumsal eşitsizlik biçimlerini üretmek ve doğallaştırmak
üzere sömürülebilir ve manipüle edilebilirdir (bunlar da toplumsal ve ekonomik
kategorilerdir). Kırılganlığın eşitsiz dağılımı ile kastedilen budur.
Fakat buradaki normatif
amacım kırılganlığın eşit dağıtımını talep etmek değil, çünkü esas mesele
dağıtılan kırılganlığın yaşanabilir bir toplumsal biçim olup olmadığıdır. Başka
bir deyişle, herkesin eşit ölçüde yaşanamaz olan bir hayatı sürmeleri istenemez.
Eşitlik gerekli bir hedeftir, fakat kırılganlığın dağıtılacak toplumsal biçiminin
adaletli olup olmadığını en iyi nasıl değerlendireceğimizi bilmiyorsak eşitlik
tek başına yetersiz kalır. Bir yandan bağımlılığın inkârının, özellikle de bu
inkârın doğurduğu toplumsal kırılganlık biçiminin bağımlı olanlar ile bağımlı
olmayanlar arasında bir ayrım kurmaya yaradığını savunuyorum. Bu ayrım da
eşitsizliğe hizmet eder, paternalizmin muhtelif biçimlerine payanda vurur, muhtaç
durumda olanları özcü bir çerçeveye oturtur. Öte yandan da, yaşanabilir
hayatlar adına güvencesizliğin üstesinden gelmeyi amaçlayan bir toplumsal ve
siyasi dünyayı ancak bedensel bağımlılığı,
kırılganlık koşullarını ve performatifliğin potansiyellerini olumlayan bir
karşılıklı bağımlılık kavramı üzerinden tasavvur edebileceğimizi öneriyorum.
Direniş
Bence
kırılganlık bedenin siyasi kipinin yalnızca bir yönünü oluşturmaktadır – burada
beden derken elbetteki insan bedenini, ama bir hayvan olarak insan bedenini
kastediyorum. Bir başkası karşısındaki kırılganlık, karşılıklı kırılganlık
olarak anlaşıldığında bile, toplumsal ilişkilerimizin sözleşme-öncesi boyutuna
işaret etmektedir. Bu anlamda, senin kırılganlığını ancak sen de benimkini
korursan korurum diyen (yani siyaseti bir pazarlık meselesi ya da risk hesabı
kılan) o araçsal mantığı geçersiz kılar. Kırılganlık, toplumsal ve siyasal
hayatın sözleşmeyle belirlenemeyecek koşullarından biridir; inkârı ve
manipülasyonu ise siyasetin karşılıklı bağımlı bir toplumsal koşulunu yok etme
veya yönetme çabasıdır. Jay Bernstein’in açıkça ortaya koyduğu gibi, kırılganlık
salt yaralanabilirlikle bağdaştırılamaz. Henüz anlatılmamış bir tarihi
kaydetmeye açıklık olsun, artık göçüp gitmiş bile olsa bir başka bedenin maruz
kaldıklarına karşı hassasiyet olsun, olan bitenlere yönelik her türlü
duyarlılık kırılganlığın bir işlevi ve sonucudur. Bunları zamana yayılmış
empati meseleleri olarak değerlendirebiliriz, fakat benim asıl önermek
istediğim şu: bedenin yaptığı şeylerden biri de (Deleuze’ün Spinoza
okumasındaki ifadeyi kullanmak gerekirse)[9] bir
başkasının ya da başkalarının bedenine açılmaktır, bu nedenle de bedenler kendi
içine kapalı varlıklar değildir. Bedenler daima bir anlamda kendilerinin dışındadırlar,
çevrelerini keşfeder veya gezinirler, duyuları vesilesiyle genişler, bazen de yoksunlaşırlar.
Eğer bir başkasında kaybolabiliyorsak, ya da dokunsal, hareketli, temassal,
görsel, kokusal veya işitsel kapasitelerimiz bizi kendimizin ötesine
taşıyabiliyorsa, bunun sebebi bedenin kendi yerinde kalmaması ve bu tarz bir yoksunlaşmanın
daha genel olarak bedensel duyular açısından tanımlayıcı nitelikte olmasıdır. Yoksunlaşmayı yaşamanın
ve varkalımın anlamının kurucu bir işlevi olarak değerlendirmek, siyaset fikri
açısından ne gibi bir fark yaratır?
O zaman asıl sorumuza,
kötü bir hayatta iyi bir hayatı nasıl sürebileceğime geri dönecek olursak, bu ahlak
sorusunu onun ahlaki önemini ortadan kaldırmaksızın toplumsal ve siyasi
koşullar ışığında yeniden düşünebiliriz.
İyi
bir hayatın nasıl yaşanacağı sorusu belki de bir hayatı sürdürme gücünün yanı
sıra bir hayata sahip olma, bir hayatı yaşama duygusuna, hatta hayatta,
capacanlı olma duygusuna sahip olmaya bağlıdır.
Burada kinik bir cevap
vermek, asıl meselenin tam da ahlakı ve onun bireyciliğini bir kenara bırakıp
sosyal adalet için mücadeleye kendini adamak olduğunu söylemek her zaman
mümkündür. Bu
yolu izleyerek ahlakın yerini geniş anlamda siyasete –yani adaletin ve
eşitliğin ideallerini evrenselleştirilebilecek şekillerde gerçekleştirmek için
girişilen ortak bir projeye– devretmek zorunda olduğu sonucuna varabiliriz. Tabii
bu sonuca vardığımızda da geriye dırdırcı ve inatçı bir sorun kalıyor, şöyle
ki, ortada hâlâ daha geniş bir toplumsal ve siyasi hareketin içine girecek,
orada yolunu bulmaya ve bir pratik geliştirmeye çalışacak bir “ben” vardır. Söz konusu hareket
bu “ben”i ve onun “hayatı”na dair sorununu başka bir yere havale etmeye veya ortadan
kaldırmaya çalıştığında gerçekleşen farklı türden bir silinmedir, ortak normun
içinde soğrulma, böylece yaşayan “ben”in yok edilmesidir. Bu hayat en iyi
nasıl yaşanır ya da iyi bir hayat nasıl sürülür sorusunun varacağı sonuç bu
“ben”in ve onun “hayatı”nın silinmesi ya da imhası olmamalıdır. Öyle olursa da,
sorunun cevaplanış biçimi sorunun kendisini yok etmeye yol açmış olur. En iyi
nasıl yaşanır sorusunun, toplumsal ve ekonomik hayat bağlamı dışında, kimin hayatın
öznesi ya da yaşayan bir özne sayıldığına dair bir varsayım yapmaksızın sorulabileceğini
düşünmesem de, bu soruyu hayatın öznesini yok ederek cevaplamanın doğru
olmadığına eminim.
Kötü bir hayat içinde
iyi bir hayat sürmenin imkânsız olduğu iddiasına geri dönecek olursak, “hayat”
teriminin iki kez cereyan ettiğini görürüz ve bu tesadüfi değildir. Eğer iyi
bir hayatı nasıl süreceğimi soruyorsam, onu yaşayan ben olsam da olmasam da iyi
olacak bir “hayat” arayışındayım demektir, fakat sorunun cevabını benim bilmem
gerekiyor, dolayısıyla bir anlamda da bu benim hayatım. Başka bir deyişle,
ahlak perspektifinden hayatın kendisi zaten ikiye katlanmıştır. Kötü bir hayatta
iyi bir hayatı nasıl sürerim diye sorarken, daha cümlenin ikinci yarısına
gelmeden, toplumsal ve ekonomik olarak örgütlenmiş bir hayat fikriyle karşı
karşıya kalıyorum. Hayatın bu toplumsal ve ekonomik düzenlemesi “kötü”dür,
çünkü yaşanabilir bir hayatın koşullarını temin etmemektedir, çünkü
yaşanabilirlik eşitsiz biçimde dağıtılmıştır. Kişi basitçe kötü bir hayatın
ortasında iyi bir hayat yaşamayı, hayatın belirli düzenlemeleri vesilesiyle
üretilen daha geniş toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri göz ardı ederek
elinden geldiğince kendi yolunu bulmayı arzu edebilir, fakat bu o kadar basit
değildir. Sonuçta
yaşadığım hayat, ki söz konusu olan bu hayat, bir başkası değil, halihazırda daha
geniş hayat ağlarıyla bağlantılıdır, zaten öyle olmasaydı yaşayamazdım. Bu yüzden kendi
hayatım benim olmayan bir hayata bağlıdır, sadece Öteki’nin hayatına değil,
daha geniş bir toplumsal ve ekonomik düzenlemeye de. Dolayısıyla benim yaşamam,
hayatta kalmam, organik hayatı, yaşatan ve varkalımı sağlayan çevreleri,
karşılıklı bağımlılığı olumlayıp destekleyen toplumsal ağları da içeren bu daha
geniş anlamıyla hayata bağlıdır. Bütün bunlar benim kim olduğum açısından
kurucu niteliktedir, bu da demektir ki yaşamak, hatta insan olmak için belirgin
beşeri hayatımın bir kısmını feragat etmem gerekir.
Kötü bir hayatta iyi
bir hayat nasıl yaşanır sorusunda örtük olan fikir, iyi bir hayatın ne olacağı üzerine
düşünmek hâlâ mümkün olsa bile bunu artık bireyin iyi hayatıyla
sınırlandıramayacağımız fikridir. Eğer bu tür iki “hayat” varsa –benim hayatım
ve toplumsal bir hayat biçimi olarak iyi hayat– biri diğeriyle alakalıdır.
Dolayısıyla toplumsal hayatlardan bahsettiğimizde, toplumsalın bireyi nasıl boydan
boya katettiğine, hatta bireyselliğin toplumsal biçimini nasıl kurduğuna
gönderme yaparız. Aynı zamanda birey, ne kadar yoğun bir şekilde özgöndergeli olursa
olsun, kendisine hep bir dolayım, bir ortam üzerinden göndermede bulunur. Bu anlamda
kendisini tanıdığı dil başka bir yerden gelir. Toplumsal, üstlendiğim bu kendimi
tanınma işini koşullandırır ve dolayımlandırır. Hegel’den bildiğimiz gibi,
kendini, kendi hayatını tanıyan “ben”, kendini aynı zamanda hep başkasının hayatı olarak tanır. “Ben”in
ve “sen”in muğlaklığının sebebi ikisinin de Hegel’in Sittlichkeit dediği başka karşılıklı bağımlılık sistemlerine bağlı
olmalarıdır. Bu da demektir ki, kendini tanıma edimini ben icra etsem de, benim
yarattığım bu icra sürecinde bir dizi toplumsal norm işlemektedir, işleyen her
neyse kaynağı ben değilimdir ama onsuz da tasavvur edilmem mümkün değildir.
Adorno’nun Ahlak Felsefesinin Sorunları kitabında
kötü bir hayatta nasıl iyi bir hayat sürüleceği üzerine ahlaki soruyla başlayan
irdeleme, iyi hayatı sürdürebilmek için kötü hayata karşı direniş olmalıdır
iddiasına varıyor. Adorno şöyle yazıyor:
hayatın kendisi o kadar
şekilsizleşmiş, o kadar çarpıtılmıştır ki onda kimse iyi hayatı yaşayabilecek
veya bir insan olarak kaderini gerçekleştirebilecek durumda değildir. Hatta
dünyanın örgütlenme tarzı göz önüne alındığında, en basit dürüstlük talebinin
bile neredeyse herkesi zorunlu olarak protesto etmeye götürmesi gerektiğini
söyleyecek kadar ileri gideceğim neredeyse.[10]
Tam da böyle bir anda Adorno’nun
zaten söylediği şeyi neredeyse (Alm. fast) söyleyeceğim diye sunması
ilginçtir. Formülasyonun doğru olduğundan emin değildir, fakat yine de söyler. Tereddüdünü
aşar, ama buna rağmen sayfada tutar.
Ahlaki
hayat arayışının mevcut koşullar altında protestoya varabileceği, varması
gerektiği böyle basitçe söylenebilir mi? Direniş protestoya indirgenebilir mi?
Ya da dahası, Adorno’ya göre protesto iyi hayat arayışının şimdi aldığı
toplumsal biçim midir? Bu aynı spekülatif tarz, şu cümlesinde de sürmektedir:
Belki de söylenebilecek tek şey,
bugün iyi hayatın, en ilerici zihinlerin iç yüzünü görüp eleştirel olarak
teşhir ettikleri kötü [falsches] hayat
biçimlerine direnmekten ibaret olduğudur.[11]
Almanca’da,
Adorno “yanlış” hayata atıfta bulunur ve bu Livingstone tarafından İngilizce’ye
“kötü hayat” diye çevrilmiştir* – bu
fark elbette hayli önemlidir, çünkü ahlak için iyi hayat arayışı pek tabii
doğru hayat olabilir, fakat ikisi arasındaki ilişki henüz tam olarak açıklanmamıştır.
Dahası Adorno’nun kendisini, sürdürülmesi gereken eleştirel faaliyetleri yürütebilecek
denli ilerici ve yetenekli olan gruba dahil ettiği anlaşılmaktadır. Şu da önemli ki,
cümlede bu eleştiri pratiği “direniş” ile eş anlamlı kılınıyor. Ama yine de,
yukarıdaki cümlede olduğu gibi, bu beyanları yaparken de bir şüphe mevcut. Protesto
da, direniş de halk mücadelelerini, kitle eylemlerini nitelendirir, fakat bu
cümlede bir azınlığın eleştirel yetisini nitelendiriyor. Adorno burada biraz
mütereddittir. Spekülatif cümlelerine açıklık getirmeye koyulduğunda ise
düşünümselliğe dair biraz farklı bir iddiada bulunur:
Dünyanın
bizden yaptığı şeye direnmek sadece dış dünyaya (ona direnmeye bütünüyle
yetkili olduğumuz gerekçesiyle) karşı koymayı içermez… Kendimizin karşı saflara
katılmaya teşne parçalarına direnebilmek için kendi direniş güçlerimizi de
seferber etmemiz gerekir.[12]
Denebilir ki Adorno’nun
böyle anlarda bertaraf ettiği şey halkın direnişi fikridir, mevcut iktidar rejimlerine
muhalefetlerini ifade etmek için sokaklarda biraraya gelen bedenlerle
şekillenen eleştiri biçimleridir.
Aynı
zamanda da direniş burada kendindeki statükoya ayak uydurmak isteyen (mitzuspielen) parçaya “hayır demek” olarak
anlaşılıyor. Yani
bir yanda ancak seçilmiş bir azınlığın üstlenebileceği bir eleştiri biçimi
olarak direniş fikri var, bir yanda da kendinin yanlış olana iştirak etmeye çalışan
bir parçasına direnme, suç ortaklığına karşı bir iç denetim olarak direniş
fikri var. Bu
iddialar direniş fikrini şahsen benim nihayetinde kabul edemeyeceğim şekillerde
sınırlandırıyor. Benim
için her iki iddia da başka sorulara yol açıyor: Direniş vasıtasıyla kendinin
hangi parçası reddedilmekte, hangi parçası güçlendirilmektedir? Eğer kendimin
kötü hayatla suç ortaklığı kuran parçasını reddedersem, kendimi böylece arındırmış
mı olurum? Kendimi
alıkoyduğum toplumsal dünyanın yapısını değiştirmek için müdahale ettim mi,
yoksa kendimi ondan yalıttım mı? Başkalarıyla birlikte bir direniş hareketine
katılıp, toplumsal dönüşüm için mücadele ettim mi?
Elbette Adorno’nun
görüşlerine ilişkin bu sorular uzun süredir soruluyor – 1979’da Heidelberg’de
Adorno’ya itiraz eden bazı sol grupların onun sınırlı protesto fikrini protesto
ettikleri bir gösteriyi hatırlıyorum!
Benim
ve belki de bugün bizim direnişin nasıl bir hayat tarzını reddetmekten
fazlasını yapabileceğini sorgulamamız gerekiyor, çünkü redde dayanan o konum
nihayetinde dayanışmayı yitirmek pahasına ahlakı siyasetten soyutlar ve direniş
modeli olarak da çok akıllı ve ahlaken arınmış eleştirmeni üretir. Direniş,
uğrunda mücadele edilen demokrasinin ilkelerini icra etmekse, o zaman direniş çoğul ve bedene bürünmüş olmalıdır.
Ayrıca
yası tutulamayanların kamusal alanda biraraya gelmelerini, varolduklarını ve
yaşanabilir hayat taleplerini imlemelerini, basitçe söylemek gerekirse ölmeden önce bir hayat yaşama taleplerini ifade
etmelerini de içerecektir.
Nitekim direniş yeni bir hayat biçimini,
güvencesizliğin farkçı dağıtımına karşı daha yaşanabilir bir hayatı meydana
getirmek içinse, direniş edimleri bir hayat biçimine hayır derken aynı anda diğerine evet
diyecektir. Bu
amaçla, Arendtçi anlamdaki ortak eylemin performatif sonuçlarını günümüz için
yeniden gözden geçirmeliyiz.
Gelgelelim
direnişi nitelendiren ortak eylem kâh sözlü konuşma ediminde kâh kahramanca kavgada
bulunur. Ama bana göre ortak eylem bazen de ret, sessiz kalma, hareket etmeyi reddetmek
gibi bedensel hareketlerde bulunur, bu hareketler daha radikal demokratik ve
daha büyük ölçüde karşılıklı bağımlı olan yeni bir hayat biçimini talep etmek
için yaptıkları eylemin ta kendisiyle eşitliğin demokratik ilkelerini ve
karşılıklı bağımlılığın ekonomik ilkelerini icra eden toplumsal hareketlerde
yaygındır. Toplumsal
bir hareketin kendisi toplumsal bir formdur ve
yeni bir hayat biçimi, yaşanabilir bir hayat biçimi çağrısı yaptığı
anda, gerçekleştirmeyi hedeflediği ilkeleri icra etmelidir. Dolayısıyla,
yaşanabilir bir hayat anlamında iyi bir hayat sürmenin ne anlama geldiğini
ifade edebilecek tek şey olan böyle hareketlerde radikal demokrasinin
performatif bir icrası söz konusudur. Bu tür hareketler, güvencesizliğe karşı
mücadele verirken karşılıklı bağımlılığın veya kırılganlığın üstesinden gelmeyi
hedeflemezler; daha ziyade, kırılganlığın ve karşılıklı bağımlılığın
yaşanabilir hale geldiği koşulları üretmeyi hedeflerler. Bu siyasette
performatif eylem bedensel ve çoğul bir hal alarak bedensel olarak hayatta
kalma, varkalım ve serpilip gelişme koşullarına radikal demokrasi çerçevesinde eleştirel
olarak dikkat çeker.
Eğer
iyi bir hayat süreceksem bu başkaları ile yaşadığım, başkaları olmaksızın hayat
sayılmayacak bir hayat olacaktır. Olduğum bu beni yitirmeyeceğim; ama olduğum şey, başkalarıyla bağlantılarım
tarafından dönüştürülecek, çünkü bir başkasına olan bağımlılığım ve bana
bağımlılaşılabilmesi, yaşamak için, iyi yaşamak için zorunludur. Paylaştığımız
bir hal olan kırılganlığa maruz oluşumuz, potansiyel eşitliğimizin ve
yaşanabilir hayat koşullarını birlikte üretmek için karşılıklı
yükümlülüklerimizin zeminlerinden biridir yalnızca. Birbirimize olan
ihtiyacımızı kabul ettiğimizde, adına her şeye rağmen “iyi hayat”
diyebileceğimiz şeyin toplumsal, demokratik koşullarını belirleyen temel ilkelerini
de kabul etmiş oluyoruz.
Bunlar
demokratik hayatın kritik koşullarıdır, hem süregiden bir krizin bir parçası
olmaları anlamında, hem de zamanımızın aciliyetlerine yanıt veren bir düşünme
ve eylem biçimine ait oldukları için.
Beni burada onurlandırdığınız için ve bu akşam sizlerle
bazı görüşlerimi paylaşmama vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
* Judith Butler bu
konuşmanın Almanca ve daha kısa bir versiyonunu 11 Eylül 2012’de Frankfurt’ta,
aldığı Adorno Ödülü vesilesiyle yapmıştır. Ödülün duyurulması, İsrail ve
Filistin’e dair siyasal konumu gerekçesiyle Butler’ın ödülü almaması için bir
kampanyaya yol açmıştır. Butler’ın bu tür eleştirilerden birine cevabı The Jerusalem Post gazetesinde
yayınlandı, metnin aslı yirmiden fazla dile yapılan çevirisiyle birlikte şurada
bulunabilir: www.egs.edu/faculty/judith-butler/articles/i-affirm-a-judaism-that-is-not-associated-with-state-violence. [Metnin Türkçesi için bkz. "Devlet Şiddetiyle İlişkili Olmayan Bir Yahudiliği Onaylıyorum" http://www.egs.edu/faculty/judith-butler/articles/devlet-siddetiyle-iliskili-olmayan-bir-yahudiligi-onayliyorum/ (çev. Can Semercioğlu)]
[1]
Theodor W. Adorno, Minima
Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev.
Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis, 1998, s. 41.
[2]
Theodor W. Adorno, Ahlak
Felsefesinin Sorunları, çev. Tuncay
Birkan, İstanbul: Metis, 2010, s. 27.
[5] Hannah Arendt, “The Answer of Socrates”, The Life of the Mind, c. I
içinde, Harcourt, 1981, ss. 168–78.
[6]
Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek
Arasında: Siyasi Düşünce Konulu Altı Deneme,
çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim, 1996.
[7]
Bkz. Judith Butler, ‘Introduction: Precarious Life, Grievable
Life’, Frames of War: When is Life Grievable?, Londra: Verso, 2009.
[8]
Donna Haraway’in karmaşık ilişkisellikler üzerine görüşleri için
bkz. Simians, Cyborgs, and Women, NewYork: Routledge, 1991; ve The
Companion Species Manifesto, Chicago: Prickly
Paradigm Press, 2003.
[9]
Gilles Deleuze, ‘What Can a Body Do?’, Expressionism in Philosophy: Spinoza, içinde, çev. Martin Joughin, New York: Zone, 1990, ss. 217–89.
[10] Theodor W. Adorno, Ahlak
Felsefesinin Sorunları, çev.
Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, 2010, s. 163. (ÇN: alıntıda ufak bir değişiklik
yaptık).
[11] Age., s. 164. (ÇN: alıntıda ufak değişiklikler yaptık).
* ÇN: Kastedilen çeviri Problems
of Moral Philosophy, çev. Rodney Livingstone, Stanford: Stanford University
Press, 2001. Butler’ın iyi hayat / kötü hayat şeklinde tartıştığı terimler,
Adorno’nun Türkçe çevirisinde Almanca aslına daha sadık kalınarak doğru hayat /
yanlış hayat olarak karşılanmıştır. Türkçe çeviriden yaptığımız önceki
alıntılarda metnin bütünlüğünü koruyabilmek için değişiklikler yaparak
Butler’ın tartıştığı iyi hayat / kötü hayat terimlerini kullandık.
İyi günler,
YanıtlaSilGiriş paragrafında bulunan "Adorno, Minima Moralia’da bize “Es gibt kein richtiges Leben im falschen” (“Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz”)[1] der, ..." kısmındaki çevirinin doğru olmadığını düşünüyorum. Ben şu şekilde tercüme ederdim: "Yanlış yaşamın içinde doğrusu yoktur/olmaz."
Sevgiler
Çevirinin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerine tartışmayacağım çünkü asıl metin elimde yok. Gelgör ki çok kötü bir Türkçeyle çevrilmiş. Bozuk, çeviri kokan cümlelerle dolu. Çevirmen biraz Türkçe öğrense iyi olur.
YanıtlaSil