Başbakanın Krallığı, Süreyyya Evren (Eleştiri)

Başbakanın Krallığı, Süreyyya Evren

Can Semercioğlu

Varlık Dergisi'nin Nisan 2014, 1279. sayısında yayınlanmıştır.*



Bugün siyasal eleştiri hiciv ve mizah olmadan mümkün olabilir mi? İnternetin yaygın hale gelmesiyle birlikte onun oluşturduğu sanal ve sinik kültür eleştirinin kendisini de karikatür haline getiriyor. İnci Sözlük’te, Bobiler’de, Zaytung’da ve daha birçoğunda bu türden politik hiciv örneklerini görmekteyiz. Özellikle de Gezi’den sonra, oradaki muazzam mizah ve ironi patlamasıyla beraber, bugün siyasal eleştiriyi mizah olmaksızın düşünmek neredeyse imkânsız hale geldi. Kuru, ciddi ve asık suratlı siyaset ve eleştirisi koltuğunu yavaş yavaş kaybediyor. Artık, mizahtan, ironiden ve parodiden geçmeyen politik eleştiri biraz eksiktir.

Süreyyya Evren’in Başbakan’ın Krallığı novellası da bize bu türden bir eleştiriyi sunuyor. Romanda marjinal diyebileceğimiz, gerçekdışı diyebileceğimiz bir öyküyle karşı karşıyayız. Cem’in yayıncı bulamadığı öykü kitabını yayınlatmak üzere beş arkadaş başbakandan yardım isterler. Önümüzdeki manzara son derece sıra dışıdır ve bir o kadar da tanıdık bir hikâyedir. Kitapla ilgili genel bir izlenim edinildiğinde, Evren’in doğrudan bir Türkiye’deki hâkim siyaset hicvi yaptığı düşünülebilir. Bu haklı bir izlenim olmakla birlikte eksiktir de. Kitapta bundan çok daha fazla alanı eleştirmektedir Evren.

Evren, arkadaş grubunun başbakana ulaşmalarının ardından, Cem’in öykü kitabının yayınlanacağını beklerler. Ancak başbakan bu arkadaş grubundan karısının hayat hikâyesinin toparlanmasını ister. Bu süreçte anbean gözetim altındadırlar. İstedikleri gibi davranamazlar, farklı çıkar yollar arama peşine düşerler. Başbakanın karısının hayatını romanlaştırırken İsmail’den ilginç bir öneri gelir: “Hayat hikâyesinin her bir bölümü gerçekte Cem’in öykü kitabındaki bir öykünün varyasyonu olsun. Düz okuyan hayat hikâyesini okuduğunu zannetsin, ama ileride araştırmacılar incelediklerinde bu toplumsal ve siyasal baskı günlerinde edebiyatçıların böylesine incelikli bir direnişte bulunabilmesine hayret ederek göndermeleri bir bir çözsünler!”

Evren’in bu öneriyi romanına uyarladığını söyleyebiliriz. Roman boyunca gerçekten de baskı, sansür, rica-minnet ilişkisi, “evet efendim, sepet efendim”cilik görüyoruz. Tahmin edilmesi güç şeyler de değil. Diğer taraftan Evren, yayıncılık dünyasına, yazar-yazar, yazar-yayıncı ilişkisine, yayıncılıkta dönen karanlık işlere, arkadan iş çevirmelere de ufak ufak değinmiş, deyim yerindeyse siyasal eleştirinin içine yayıncılığın olağan koşullarını “yedirmiş”.

Daha romanın başında “öykü mü demeli, hikâye mi demeli?”, “öykü kitabı mı, öykü dosyası mı?” tartışması, belirli bir perspektifi bize sunuyor. Editör-yazar arasındaki bürokratik ilişkiler, ürünün adının konamaması ya da yanlış konması… “Neden daha önce okumamışım ki şu Cem’in öykülerini?” diyor İsmail karakteri. Cevabı basit: Yazarların, özellikle de genç olanların çoğu öykü okumuyor; hatta yazarlar birbirlerinin öyküsünü okumuyor. Öykü gelişemediği ya da çok dar bir alanda geliştiği gibi, eleştirisinin de esamisi okunmuyor. Hakeza şiir için de hayıflanıyor Cem karakteri: “Kim şiir okur ki? İstediğimi yazıyordum şairken. Kaybolup giden dergilerde yayınlatıyor ve çok geçmeden ben de unutuyordum.”

Evren’in kendisine ironik bir özeleştiri yaptığını da tahmin etmek güç değil: “Bir haftada roman bitirenler laçkalığın, yaptığı işe saygı duymamanın ayaklı anıtlarıdır” diyor. Kitabın son sayfasında ise Evren’in romanının yazıldığı tarihin tam tamına bir hafta olduğunu görüyoruz.

Faruk karakteri bir noktada başbakanın kendilerine yaptığı baskından yılgınlığından olsa gerek, insiyatifi ele alma çağrısı yapıyor. Başbakanın kendisinin bile tahmin edebileceğinden fazla, aşırı doz övgü yapmayı öneriyor: “Bu memleketin aydınları olarak yıkılacak yerleri herkesten önce bizim söylememiz gerekirdi.” Bu durumu “özgürlük” olarak niteliyor Faruk. Tıpkı başbakandan fırça yiyen gazetecilerin, köşe yazarlarının bir anda özgürleşip başbakan hakkında methiyeler düzmeleri gibi. Bu arkadaş grubunun başarısı başbakan tarafından ertelenip sonrasında başka birinin adıyla değiştirilmiş bir biçimde çıkınca ve üstüne üstlük piyasada best-seller bir hale gelince, hepsi kızıyor. Nihayetinde Cem’in öykü kitabı da yayınlanıyor. Ama ne oluyor? HİÇBİR ŞEY. Edebiyat dünyasının en ağır cezasını alıyor Cem: Umursanmamak, bilinmemek, konuşulmamak, tartışılmamak. Edebiyatta, piyasanın, PR’ın, management’ın ön plana çıkmasıyla beraber yazılanların değeri on üzerinden ikiyse eğer, beş gösterilmeye başlandı. İçerikten çok ismin ön planda olduğu bir dönemin eleştirisini sunuyor bize Evren. Geniş bir network’ü olan yazarların konuşulduğu, okunduğu, rica-minnet ve hatır-gönül ilişkileriyle gıyabında yazıların yazıldığı; diğerlerinin ise – bırakın konuşulmayı – okunmasının bile has bel kader bir iş olduğu bir dönemde değil miyiz zaten? Bakın kitaptaki Süreyyya karakteri nasıl özetliyor bu vahameti: “Kim okuduğunu gerçekten okuyor ki?... Kimse zaten tartışma okumak istemiyor. Herkes sadece başarı istiyor… Çok sattın mı, çok reklamın yapıldı mı, sen onlara bak.” Cem’in kitabı da hiçbir yerde tartışılmazken, başbakanın karısının hayatını yazdıkları roman her dergide, gazetede boy gösteriyor.


Nihayetinde Süreyyya Evren’in iki eleştiriyi iç içe yaptığını söyleyebiliriz. Birincisinde baskıyı, sansürü, iktidarın gözetiminde ve onların isteğinin ne kadar belirleyici olduğunu, bunu dışında edebiyatta bir yer bulabilmenin güç olduğunu görüyoruz. İkincisinde ise yazılanların değil, yazarların isimlerinin okunduğunu görüyoruz. Bu ikisinin bir araya gelmesiyle de karşımıza Türkiye’nin panoraması çıkıyor. Aslında hicivlerde gerçekdışı, fantastik şeyler anlatılır. Bu absürtlüğün eleştirisi yapılır. Oysaki buradaki her şey fazlasıyla gerçek. Evren’in oluşturduğu bu mizahi bütünlükte kaos var, ama her şey yolunda. 

* Linkler: 
http://www.varlik.com.tr/varlikDergisi.aspx
https://varlikyayinlari.wordpress.com/2014/03/31/varlik-nisan-2014/ 

Yorumlar

Popüler Yayınlar